12 Ocak 2012 Perşembe

ÖNCE(değil)AŞK(hep)VARDI


1.BÖLÜM

                          Seni gördüğüm anda gülümseyivermiştim. Öyle tanıdıktı yüzün… Görürgörmez anlamıştım sen olduğunu. Görür görmez yüzyıllardır tanıyormuşluk duygusu kaplamıştı içimi. İlk kez bir bedene kavuşuyordun, ilk kez görüyordum gözlerine düşen kirpiklerin gölgesini. Ama sanki daha önce de bakmıştım gözbebeklerine, güldüğünde gözlerinin bir çizgi halini alıp yeşillerini saklayışını, kenarlarda oluşan çizgileri daha önce de görmüştüm…

                        Karşımda oturuyorken, sesini ilk kez duyuyormuşum gibi değil de, her gün berabermişiz  gibi hissediyordum. İlk kez görülen birine hissedilen şeyler değildi bunlar… Ne yabancılık, ne uzaklık, ne kendini koruma içgüdüsü, ne de ilklerde yaşanan tedirginlikler...Hiç biri yoktu.

                     Arkamda senin olduğunu bilmek yetecekti, gözlerimi kapatıp kendimi arkaya bırakmam için… Tutacağından öyle emindim…


                     Kiralık adam bedeninde yaşayan yaramaz bir çocuk gibiydin. Elleriyle olgun, yüreğiyle çocuk büyüten… Yalnızca görebilene açtığın avuçlarında minik bebek elleri saklıyordun. Her sabah yollara düşen o kocaman elli, kocaman ayaklı adamlardan farkın buydu belki de  ...

                     Bütün derdin yeni bir düş yaratmaktı sokak insanları için. Her zaman saygıyla bakardın bakireliğine sokakların. ‘ sokakta yaşamalı insan ‘ diyordun, ‘ çık bak sokağa, neler görecek, neler öğreneceksin. ‘

                     Sen konuşurken, dudaklarının her kımıldayışıyla bana yeni bir şeyler öğrettiğinden haberin olmuyordu. Gözlerinin içine bakabiliyordum, dosdoğru gözlerinin içine. Ve sen, her geçen saniyeyle birlikte tüm kapılarını açmaya, daha çok çıplak kalmaya, daha sen olmaya başlıyordun.

2.Bölüm

                       Seninle konuşurken her şeyi unutuyordum!

                      Beni bu hayata bağlayanları, benim bağladıklarımı, (hiçbir şey
değişmedi, bağlanmadan bağlı sevmeyi öğrenemedim bir türlü ), alacağım payları, beklediklerimi, beklettiklerimi, ödenecek faturaları, buzdolabına asılı alışveriş listelerini, geleceği, içimi bir çamur gibi kaplayan acıları, o çamurda bulduğum ‘ mutluluk deniz minareleri ‘ ni, büyüyen yanlarımı, verilen sözleri, aranacakları, bilmem gerekenleri, hayatı ve borçlu olduğum hayatları, arka cebimde taşıdıklarımı, çocuk yaşlarımı …. Hepsini unutuyordum!

                     Her şey, hepsi önemini yitiriyordu seninle konuşurken. Önemli olan tek şey ‘ o an ‘ oluyordu … ve sonrası…

                     < gitme! Sonbahar oluyorum, sonrası… Hiç! >* (1)

                     Aklımda dönüp duran cümlelerin, bazılarını öyle kurguluyordun ki, her kelimeyi tanıyordum ama yan yana geldiklerinde hiçbir şey anlatmıyorlardı bana. O zaman işte, söylemekten hoşlanmadığım o cümle çıkıveriyordu ağzımdan :

                     ‘ Ama ben anlamadım! ‘

                     ‘ Yani…’ diye başlayan cümlelerinle anlatmaya çalışıyordun. Oysa bazen anlamam için çaba harcamam gerekmiyordu. Bakışından, dudak kenarındaki kıvrımdan anlayabiliyordum içinden geçenleri.

                     Hani bıraksalar, sabahlara kadar susabilirdik. Ya da sen anlatırdın, ben anlamazdım! Olsun! Bazen susarak ne çok şey anlatıyordu insan…  Hayatın gelen her yeni günle çirkinleşen yüzünden bir adım dışarı çıkıyordum, sen bana bakınca. Bakışların içimdeki geminin su alan yarıklarını kapıyordu bir bir. Tek   bir gülüşün-
le aydınlanıyordu günüm. Gün bitene kadar  ince bir  gülümseme asılı   kalıyordu dudaklarımda. İnsanlar bir anlam veremiyorlardı ortalarda dolaşıp herkese ve her şeye gülümseyen bu kıza.

                     Çünkü onlar, bir gülüşün mucizeler yaratabileceğini bilmiyorlardı.

                     Gece inince şehrin üstüne, karanlıkta güzelleşince her şey, yatağıma uzanıp seni ne kadar  özlediğimi anımsatıyordum kendime. Tavana bakarken seni görebileceğim o büyülü anı hayal etmeye çalışıyordum. Gün akşama  dönüyordu… sen dönmüyordun…bir şeylerle uğraşıyordun, fark etmiyordun geldiğimi…o kısacık anda keyifle izliyordum hareketlerini. Sigaranı alıyordun kül tablasından.. Başını kaldırmadan derin bir nefes çekiyordun. Hareketlerin öyle dingin, öyle telaşsızdı ki, dışarının gürültülü koşuşturmalarını düşününce,senin nasıl olup da böyle olabildi- ğine   şaşırıyordum bir kez daha…Başını kaldırdığın anda göz göze geliyorduk. Yüzünde bir gülümseme… serin ve aydınlık… sımsıkı sarılıyordum sana…

                      …  Ama hiç böyle olmuyordu.
(1)*Hasan Hüseyin Demirel


3.Bölüm
                   

                         Seni özleyip sana geliyordum, karşımda oturuyordun ama o kadar sen değil gibiydin ki; sana her gelişim daha da arttırmaya başlıyordu sensizliğimi. Gerçekte olanların bizim oluyor sandıklarımızdan çok farklı,  çok   başka olabileceğini biliyordum. Hiçbir şey göründüğü gibi değildi üstelik. Bazen çok yakın, bazen ben yokmuşum gibiydin. Bu gel- gitler acıtıyordu canımı. Çoğu kez ‘ düşünme ‘ diyordum,’ yaşa ve geçip gitmesine izin ver olanların.’

                     Olmuyordu. Arkamı dönüp de senden uzaklaşmaya başladığımda, orada, seninle bırakamıyordum yaşananları.Ne varsa hepsi peşimden geliyordu gündüzleri düşünmemeye ç(alışıyordum). Gündüzleri kolay oluyordu. Gece olup da yalnız ve çoğu zaman mutsuz bir şekilde yatağıma uzandığımda arkamdan izimi süren her şey ,  yaralı bir hayvan gibi beynimde cirit atmaya başlıyordu. Gecelerle baş etmeyi beceremiyordum bir türlü..

                      Bütün gün nedensiz gelmeni beklemiştim. Yoktun. Yanımdaki insanlarla günlük olayları konuşarak, görüşmediğimiz zamanlarda neler yaptığımızı, ayrın-tılara ve duygulara hiç dokunmadan, bizim değil de sanki bir başkasının başından geçmiş gibi, hızlı hızlı anlatarak, gitar çalan çocuğ seyrederek, elimi masada, çay fincanının kenarında gezdirerek, içimden şarkılar söyleyerek, gelmediğin için kızarak, gelmeni beklemiştim…

                     Sanki söz vermişsin, sanki duvarları yağlıboya tablolarla süslü – bir kadın ağlıyordu birinde resmin- içinde soba yanan o cafede olduğumu, seni beklediğimi  biliyormuşsun  gibi ,  gelmediğine  kızarak,   ama   gelmeni umarak…yoktun…

                     Oradan ayrıldığımda saat kaçtı bilmiyordum. Ama içme zamanlarıydı insanların, sarhoş olup sevişme zamanlarıydı. Başım ölecekmişim gibi ağrıyordu. Buz gibi soğuktu dışası. Yürüdüğüm yol sarı, kuru sonbahar yapraklarıyla doluydu. Nereye gittiğimi düşümeden, öyle, ayaklarımın altında ezilen yaprakların sesini dinleyerek –içimi dinlemekten daha iyiydi- ne kadar zaman dolaştığımı bilmiyordum. Seni düşünüyordum. Nerede olduğunu, ne yaptığını, beni özleyip özlemediğini…içimde bir kapı kapanıyordu, merdivenlerden inen ayak sesleri ka-
yordu yaprak seslerini…

                     Eve geldiğimde telefonun fişini çekmiştim. Kimsenin sesini duymak istemiyordum. Yorganı başıma çekip –küçük bir kızken yaptığım gibi, bir çadırda olduğumu düşleyerek – uyumak istiyordum. Yalnızca uyumak..Çünkü uyumazsam seni düşünmeye devam edecektim. Karşımda   olduğunu, telefon konuşmalarını, seni beklemelerimi, gelmeyişlerini yeniden ve yeniden kurgulayacaktım.

                     Oysa daha gelmeleri düşlerken, gitmelere bakmaktan yorgundum…